34,3054$% 0.31
37,5445€% -0.07
44,9573£% 0.06
2.925,56%1,27
4.957,00%0,97
2149313฿%-0.33455
(TBMM) – İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, “AKP iktidarıyla birlikte merkez, siyasetin dışına itildi. AKP, merkezdeki ortak aklı ve toplumsal dengeyi bozarak, siyaseti uç noktalara kaydırdı. Merkezde birleştiren değil, toplumu parçalayan ve farklılıkları bir zenginlik yerine bir ayrışma unsuru olarak gören bir anlayış hakim kılındı. Merkezin yok edilmesiyle kaybolan o ortak zemini yeniden inşa etmek zorundayız. Bizim çağrımız AKP’nin yok ettiği sağduyuya, aklıselime ve toplumsal barışa geri dönme çağrısıdır. Bu yüzden merkezde buluşmak, ülkemiz için bir zorunluluktur” açıklamasını yaptı.
İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, 28. Dönem 3. Yasama Yılı’nın ilk grup toplantısında partililere seslendi. İYİ Parti’nin yeni yasama yılındaki ilk grup toplantısına milletvekillerinin yanı sıra genel başkan yardımcıları da katıldı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ” İsrail’in bir sonraki hedefi Türkiye” sözleri için “Devlet ciddiyetine yakışmadı” diyen Dervişoğlu, “Türkiye basit ajitasyonlarla, hamasetle yönlendirilecek bir ülke değildir” şeklinde konuştu. “Türkiye, Orta Doğu’da krizleri abartan bir ülke değil, çözüm üreten, tarihsel misyonuna uygun biçimde barışı savunan güçlü bir aktör olmalıdır” ifadelerini kullanan Dervişoğlu, “merkezde buluşma” çağrısına da açıklık getirdi.
Dervişoğlu’nun açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:
“İsrail, Filistin’de gerçekleştirdiği insanlık dışı politikalara ilaveten, Lübnan’da şehirleri yerle bir etmekte, masum insanları yerlerinden, yurtlarından koparıp göçe zorlamaktadır. Ne var ki Birleşmiş Milletler ve uluslararası toplum, bu insanlık dışı olaylar karşısında ne yazık ki utanç verici bir sessizliği tercih etmektedir. Eğer BM ve dünya toplumu, gerçekten barıştan yana bir duruş sergiliyor olsaydı, İsrail’in bu pervasız saldırganlığı karşısında cesur ve kararlı adımlar atarlardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan dün bu konuyla ilgili devlet ciddiyetine yakışmayan açıklamada bulundu. Türkiye, basit ajitasyonlarla, hamasetle yönlendirilecek bir ülke değildir. Bölgemizde böylesine önemli meseleler söz konusu olduğunda, popülist korku siyasetiyle halkı kandırmaya çalışmak, ülkemizin uluslararası itibarını yerle bir etmekte ve diplomatik alanda bizi ciddiyetsiz bir aktör olarak göstermektedir. Türkiye, Orta Doğu’da krizleri abartan bir ülke değil, çözüm üreten, tarihsel misyonuna uygun biçimde barışı savunan güçlü bir aktör olmalıdır. Türkiye’nin bölgesel gücü elleri kolları bağlanmış şekilde hareketsiz bırakılmıştır. İktidarın akıl almaz yönetim hataları, Türkiye’yi hem mazlum halkların yanında durma şansını yitirmiş hem de küresel siyasette ağırlığını kaybetmiş bir ülke konumuna sürüklemiştir.
Böyle bir ortamda ve özellikle Hakan Fidan, kamuya yaptığı açıklamalarda bir III. Dünya Savaşı riskinden söz ederken Dışişleri Komisyonu’na ve de TBMM Genel Kurulu’na bilgi verilmiyor oluşu kaygı vericidir. Buna bir de Sayın Cumhurbaşkanı’nın ‘İsrail’in müteakip hedefinin Türkiye olduğu’ yolundaki beyanları eklenince ‘iktidar milli güvenliğimiz için ne yapıyor’ sorusunu sormak durumundayız. Hiçbir şey yapmıyor gözüktükleri için de beyanları onlar açısından maalesef inandırıcılığını yitirmektedir.
“Merkez çağrım Türk milletinedir”
22 yıldır ülkeyi yöneten AK Parti dış politikada olduğu gibi iç politikada; sanayide, ticarette, tarımda; her alanında bu potansiyeli zayi etmekten öteye geçememiştir. Kullanılamadığı gibi yitip gitmeye başlayan bu potansiyelin farkında olarak, geçtiğimiz günlerde bir televizyon yayınında büyük ilgi uyandıran çağrıda bulundum, ‘merkezde buluşma’ çağrısı. Bu çağrım, ülkemizin kurtuluşu ve geleceği için oldukça önemli olduğuna inandığım bir adımı beraber atmaya ve hatta yolu beraber yürümeye açık davetti. Ancak bu çağrının yanlış anlaşıldığına şahit oldum. Bazı çevreler, bu çağrıyı yalnızca siyasi partilere yapılan bir davet olarak algıladı. Buradan açıkça belirtmek istiyorum ki benim merkez çağrım Türk milletinedir. AKP iktidarıyla birlikte merkez, siyasetin dışına itildi. AKP, merkezdeki ortak aklı ve toplumsal dengeyi bozarak, siyaseti uç noktalara kaydırdı. Merkezde birleştiren değil, toplumu parçalayan ve farklılıkları bir zenginlik yerine bir ayrışma unsuru olarak gören bir anlayış hakim kılındı. Merkez siyaseti devre dışı bırakarak kendi iktidarlarını, kutuplaşma üzerine kurmak hep ana stratejileri oldu.
Bugün geldiğimiz noktada, iktidarın izlediği bu politika, Türkiye’yi bir arada tutan o güçlü merkez yapıyı yok etti. Sürekli olarak toplumu kutuplaştırarak, biz ve onlar söylemini yaygınlaştırdılar. İktidarlarını korumak için toplumu bölerek, halkı kamplara ayıran bir siyaset yürüttüler. Merkezin boşaltılması, toplumu birbirine yabancılaştırdı ve siyasetin aşırılıklara savrulmasına neden oldu. Bu durum, yalnızca siyasetimizi değil, toplumumuzu da zehirleyen bir süreç haline geldi. Merkezin yok edilmesiyle kaybolan o ortak zemini yeniden inşa etmek zorundayız. Bizim çağrımız, AKP’nin yok ettiği sağduyuya, aklıselime ve toplumsal barışa geri dönme çağrısıdır. Bu yüzden merkezde buluşmak, ülkemiz için bir zorunluluktur.
“Tarım sektörünün asıl pandemisi Adalet ve Kalkınma Partisi’dir”
Bu kutuplaşma dediğimiz, ezenle ezilen, kamu kaynaklarını besleyen ile kamu kaynaklarına çöken, emeğinin karşılığını alamayan ile emek sarf etmeden şatafat içinde yaşayan; dertten gözüne uyku girmeyen ile gamsız olan şeklinde gerçekleşiyor. Karadenizlinin çocukluğu ve gençliği de Trabzon’dan Sakarya’ya kadar fındık bahçelerinde geçer. Zarar edeceğini bile bile fındık bahçesinden vazgeçmez. Şimdi her Karadenizli için bu kadar önemli olan fındık bahçelerimiz tehdit altında. Konuştuğumuz sorun, Karadeniz’de kök salmış ve fındık üreticisinin hayallerini, geçim kaynaklarını kemiren bir bela. Bu sorunu basit bir böcek sorunu olarak görüp geçmek, Karadeniz’de yaşayan milyonları anlamamak demektir. Bu sorun, adeta Karadeniz’in ikinci pandemisidir. Zira kokarca, kahverengi ve yeşil türleriyle sadece fındık bahçesini değil, o bahçeden geçinen yüz binlerin yaşamını adeta istila etmiş durumda. Kokarca için Karadeniz’in ikinci pandemisi diyoruz ama tarım sektörünün asıl pandemisi 2002’den beri Adalet ve Kalkınma Partisi’dir. Göreve başladıklarından beri tarım sektörünü adım adım çökerttiler.
“Merkezi yönetimin çiftçiye 2023’ten kalma 202 milyar borcu var”
Gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde biri tarımsal desteklemeye ayrılacak diye kanun var. Geçen sene gayrisafi yurt içi hasıla ne kadardı? 26,5 trilyon lira. Bunun yüzde biri 265 milyar yapar. Ne kadar tarımsal destekleme çıkmış peki merkezi yönetimden? 63 milyar. Yani çifçiye merkezi yönetimin sadece 2023’ten kalma 202 milyar borcu var. İTO enflasyonunu dikkate almak gerek ve haydi bu sene sonunda enflasyon yüzde 50 olacak diyelim. Eldeki sayılarla hesabı yapınca hükümetin 2019’dan beri çiftçiye hakkı olmasına rağmen ödemediği desteklemenin birikmiş tutarı bu sene sonunun fiyatlarıyla tam 1 trilyon 236 milyar lira yapıyor. ‘Vergilendirilmemiş alan bırakmayacağız’ diyerek çıktığı yolda düşük ve orta gelirlinin ümüğüne daha fazla basmaktan fazlasını yapamayan Vergimatik Mehmet de yapsın bu hesabı. Gıda enflasyonunun sebebini arayan Merkez Bankası da yapsın bu hesabı. Market, depo basarak her fiyat indirebileceğini sanan Ticaret Zabıtası da yapsın bu hesabı. Ancak daha doğru ürün fiyatı belirlemekten bile aciz tarım bakanı bu hesabı yapmasa da olur. Tarım Bakanlığının kırsalı, kır sosyolojisini anlaması lazım hesap yapmaya geçmeden önce.
“Tarım baştan, sıfırdan planlanmalıdır”
Tarımsal üretim, toplumu bir arada tutan sosyal dokunun bir parçasıdır. Karadeniz’de fındık, Aydın’da incir ve pamuk, Malatya’da kayısı, Şanlıurfa’da Gaziantep’te fıstık, Çukurova’da narenciye sadece bir ürün değil, bir yaşam biçimidir. Yani ortada hızla büyüyen bir yangın var ama Tarım Bakanlığı Karadeniz yanarken saçını taramakla meşgul. Sessizliklerini koruyarak, kozmetik düzenlemelerle günü kurtarmaya çalışma çabalarını sürdürerek tarımı, fındığı kurtaracaklarını sanıyorlar galiba. Bir kendinize gelin artık. Bu şekilde tarımı düzeltemezsiniz. Tarımı düzeltme niyetiniz varsa önce kendinizi düzelteceksiniz.
Tarımın içinde bulunduğu durumun müsebbipleri, ‘iki yıl çalıştık, yeni bir destekleme modeli çıkardık’ diye hava atıyor bugünlerde. Kökten bir reform olmadan, birkaç küçük müdahaleyle tarımdaki devasa sorunları çözemezsiniz. Öne çıkan bir sorunu siz çözmekte yavaş kaldığınızda, bir yerden yeni bir sorun patlak verir. Sonra bu sorunlar birleşir, daha kompleks sorunlar ortaya çıkar. Bakanlıkların, genel müdürlüklerin, icracı tüm kurumların yönetici koltukları, misafirlerinizle çay, kahve için; Mercedes’lerinizle, helikopterlerinizle, uçaklarınızla gezin diye size verilmedi. Sahaya gidin sahaya halkla hemhal olun. Tarımın köprüden önceki son çıkışını çoktan kaçırdınız efendiler. Artık basit müdahalelerle tarımı düzeltmek mümkün değil. Tarım, baştan, sıfırdan planlanmalıdır. Üreticiyi merkeze koyan, bilimsel araştırma ve yeniliklerle desteklenen bir tarım politikası oluşturmalıyız.
“Cumhuriyetine bağlı Türk gençleri değil, parya istiyorlar”
Geleceğine inanmayan bir nesil, geleceğini başka ülkelerde aramaya başlar. Sadece hekimi, mühendisi, yetişmiş insan kaynağımız değil, tüm gençlerimizin en az yarısı fırsatı olsa yurt dışında yaşamak istediğini belirtiyor. İş yoksa, var olan işe girişte eşit yarış yoksa, işe girdiğinde alacağı ücrette eşitlik ilkesi çalışmıyorsa bu genç neden burada dursun? En iyi üniversiteyi bitirip iki ve hatta bir asgari ücret teklifiyle karşılaşacaksa, tek başına ev kiramalasına yetecek geliri bile olmayacaksa bu genç neden ülkesinde durmak istesin? Peki, hal böyle iken ne diyor Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz? Ülkemizin düzenli göçe ihtiyacı varmış. Çünkü bu beyefendiye göre gençlerimiz iş beğenmiyorlarmış. Yahu Sayın Yılmaz, o iş beğenmediklerini söylediğin gençlerimiz yurtdışı vizesi kuyruklarındadır. Çünkü onlara hayat hakkı vizesi, mutlu olma vizesi, hayatı tecrübe etme, Dünya’yı tanıma vizesi vermiyorsunuz. Veremiyorsunuz değil, vermiyorsunuz. Bunu kasten yapıyorlar. Çünkü Cumhuriyetine bağlı Türk gençleri değil, parya istiyorlar. Kul istiyorlar. Ekmeğe muhtaç çaresiz kalabalıklar istiyorlar.
“Adaletin yerini bulması gereken yerde baskı var”
Adaletin terazisi eğildi, vicdanı karardı. Adalet dediğimiz şey, yalnızca mahkeme duvarlarında yazan bir kelime değildir. Adalet, hepimizin hayatında karşılık bulması gereken, doğuştan sahip olduğumuz bir haktır. Adalet bir kalkan olmalı, silah değil. Ama bugün, gücü eline alanlar, onu bir silah gibi kullanıyor. Adaletin yerini bulması gereken yerde baskı var. İşte makul diye dayatmaya çalıştıkları bu düzen yüzdendir ki küçücük bir kız çocuğunun merhum bedeni üzerinde insanımız bu kadar ihtimamla durmuştur ve bir aydan fazla bir süre boyunca, ‘Bu sefer de mi suçlu bulunamayacak’, ‘Bu sefer de mi suçlular aklanacak’, ‘Bu sefer de mi birileri bir şeylerin, birilerinin arkasına sığınacak ve kurtulacak acaba’ demiştir. Peki netice nedir? Aynı hamam, aynı tas. Sorarsanız da diyorlar ki cezaevlerinde yer yok. Çünkü cezaevleri 7’den 77’ye ‘Cumhurbaşkanına hakaretle tutuklanan’ muhaliflerle doludur. O yüzden cezaevlerinde katile, sapığa, caniye, çetelere yer yoktur. Diyorlar ya her seferinde, ‘cinayetler, siyasetin malzemesi yapılmasın.’ İşte bu Narin’in narin ve kırılmış bedenini de, şehit polisimiz Şeyma Yılmaz’ı da, rahmetli Sinan Ateş’i de siyasetin tam da odağına taşımaktadır. Adaletin tecelli etmemesi, bir türlü etmemesi, hiç etmemesi, bu sefer dahi etmemesi; saray ve AKP İktidarının ahtapot misali Türk milletini 8 koldan boğan kollarınca adeta bir amaç haline getirildiği içindir ki, bu mesele ‘hakiki siyasetin’ yegane amacıdır.
“Siyasetin tek amacı, Sinan Ateş’i güpegündüz öldüren kiralık katillerin yakalanmasını sağlayacak gerçek adalet sistemini kurmak”
Bir avuç iktidar seçkini ve iktidar sahibinin fütursuzca zenginleşmesinin diyeti olarak tüm kutsallar çöküyor, çökertiliyorken siyasetin tek amacı vardır, hakkı, hakikati ve adaleti tecelli ettirmek. Narin’in katillerinin bulunmasını, Sıla bebeklerin korunmasını, şehit Şeyda Yılmaz’ı öldürme cesaretini bulan canilerin içeride tutulmasını ve Sinan Ateş’i güpegündüz öldüren kiralık katillerin yakalanmasını sağlayacak gerçek adalet sistemini kurmaktır. Biliyoruz ki doğruyu söylemek yetmiyor artık. Biliyoruz ki güç kimdeyse, adalet de ona hizmet ediyor artık. Ancak buna göz yummanın, bir toplumu çöküşe götürdüğünü çok iyi biliyoruz. Onun için kararlı bir yolculuk başlatıyoruz. Bu oyunu bozacak, bu tekere çomak sokacağız. ya adalet, ya kıyamet diye haykırmaya devam edeceğiz.
“Hürriyet yoksa, toplumun sesi kısılır”
Gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar, yazarlar; özgür düşüncenin temsilcileri baskı altına alınıyor. Fikirlerini özgürce ifade etmek isteyen herkes ya tehdit ediliyor, ya susturuluyor, ya da cezaevlerine tıkılıyor. Bunun adı baskıdır, bunun adı özgürlük gaspıdır. Bir ülkede hürriyetin olmadığı yerde, yalnızca bir tür sessizlik olur; bu sessizlik, huzurun değil, korkunun sessizliğidir. Korku ise bir toplumu içten içe kemiren bir virüs gibidir. Hürriyet yoksa, toplumun sesi kısılır. Bu yalnızca bir bireyin değil, tüm milletin susması demektir. Sessizliğe boğulan bir toplum, geleceğini kaybeder. Hürriyetin olmadığı bir ülkede, yaratıcılık yok olur. Hürriyetin olmadığı bir ülkede, bilim gelişemez, sanat yeşeremez, ekonomi büyüyemez. Çünkü özgür olmayan insanlar, yenilik üretemezler. Yenilik üretmeyen toplumlar ise geriye gider. Bugün Türkiye, hürriyetin olmadığı bir labirentin içinde sıkışmış durumda. İnsanlar, özgürce düşünmenin, eleştirmenin, sorgulamanın önündeki engellerle boğuşuyorlar. Bu labirentten çıkmak zorundayız.”
Muş’ta Evlat Nöbeti Devam Ediyor
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.